13 Mart 2011 Pazar

Yaz Yağmuru


Yaz yağmurunun çatıda çıkardığı tıkırtılar bir mıknatıs gibi kapıya yöneltti onu. Yalnızca pek de uğraşılmadan bükülmüş olduğu belli küçük bir vidanın tuttuğu kapı, bir dokunuşla açılmaya hazır iştahla bekliyordu Bade’nin elini. Çok bekletmedi kapıyı Bade; o narin tıkırtıları, şıpırtıları çıkaran yağmuru görmek, ona dokunmak için parmağının ucuyla ittiriverdi vidayı yukarı. İş görmenin hazzıyla mırıldanarak açıldı tahta kapı da.

“Aman Tanrım” diye geçirdi içinden. “Muhteşem bir şey bu.” Gerçekten nadir durumlar hariç Tanrı’yı pek de anmazdı ama şu an yaşadığı bu şahane his henüz akıl yoluna ulaşıp kelimelere dökülemeyecek kadar ani gelmiş ve bir anda onu büyülemişti.

Minik su damlacıklarını hiç bu denli kıvrak, bu denli özgür, bu denli mutlu şakırken gördüğünü hatırlamıyordu. Her biri düşeceği yeri özenle seçiyordu sanki. Pıt... 10 gün önce diktiği fasulye filizinin üstüne. Pıt, pıt... dün ahırdan tezek taşıdıktan sonra dışarda bıraktığı uzun plastik çizmelerin içine. Pıt... küçücük bir delikten süzülerek, daracık saçağın altına sığınmış, kapı açıldığından beri gözünü ondan ayırmayan Karabaş’ın ıslacık burnuna. İçinde an be an kabaran bir mutlulukla dışarıya uzattığı eline... pıt, pıt, pıt.

Onu sarmalayan bu hisler yumağından başı dönüyordu Bade’nin. Sol elini kapıya yasladı ayakta durabilmek için. Algıları hiç bu kadar açık olmamıştı sanki. Dünyanın tüm kokuları ona doğru koşuyor, görebildiği şu küçük köy manzarası kıtalardan büyük görünüyordu gözüne. “Aman Tanrım” dedi ‘tekrar’,  “Öldüm de başka bir diyarda mıyım ya da yaşadığım ilk gün mü bu?” diye geçirdi içinden.

Yağmur hızlanmış, görüşü bulanıklaştırmış olsa da uzaktaki köy evleri seçilebiliyordu hala. Önünde uzanan kocaman meyve bahçesi ise hızlanan damlaların altında daha bir mutlu, eğleniyor, bir yandan da çeşit çeşit meyve kokularını toprak kokusuna katıştırarak sevenlerine yolluyordu. Armudun, elmanın, şeftalinin, incirin esritici selamını içine çekti Bade, derin derin.

Hemen yanındaki kümesten tavukların kıkırdaşmaları işitiliyordu. Arada bir de ‘Havalı’ horozun- Bade her gün tüm vakuru ve ritmik adımlarla mevkisini tavaf eden çilli horoza bu ismi takmıştı- uzun uzun attığı naralar geliyordu kulağına. Keyiften miydi Havalı’nın bu içli nameleri, kızların çevirdiği koyu muhabbetten yağmur yüzünden kaçamadığından mıydı kim bilir.

Hala hiç kıpırdamadan ona bakmakta olan Karabaş’a çevirdi yine gözlerini. Domuz kovalamaya meraklı zade de bu yakın ilginin karşılığında, ormanda aklı selimlikten uzak birinin kurduğu kapana kurban verdiği kuyruğundan artakalan minik deri parçasını sallayabildiği kadar hızlı sallamaya başladı hemen. “Naber oğlum? Senin gibi bir deli fişeği bile yerinde oturtacak denli çok yağıyor değil mi?” Sözlerinin ardından akşamdan kalan yemeği getirmek üzere içeriye girdi. Gözleriyle Bade’nin yaptığı her hareketi özenle takip eden Karabaş ise az sonra çekeceği ziyafetin heyecanıyla ayaklanmış, kapı ağzından girmesi yasak olmayan tek uzvu olan kafasını olabildiğince içeriye uzatarak – bu haliyle oldukça komik görünüyordu- gelen yemeğin kokusunu almak için oldukça gayretkeş, burun deliklerini elinden geldiğince bir aşağı bir yukarı oynatıyordu.

Mutfağı olmayan evinde, olan birkaç kapkacağını, erzağını yerleştirecek küçük de olsa açık bir dolap vardı. Karabaş’ın yemeğini servis etmeden önce bu havada şöyle güzel bir çay içmenin keyfini hatırlayarak dolapta çay kutusunu arandı bir süre. Aradığı şeyi sonunda yerdeki kirli kap kacağın yanında buldu. Belli ki akşam uykusu etrafı toprlayamayacak kadar ani bastırmıştı. Tabur tabur karıncaların akın ettiği kirlileri tuvaletle aynı yerde olan lavaboya taşırken asıl ordunun daha yolda olduğunu görüp onlardan önce tabak çanağı yerden kaldırabildiği için bir oh çekti. Dünden dolu kalan demliğini temizleyerek merdiven altındaki kuytuya yerleştirdiği küçük piknik tüpüne bir güzel yerleştirdi çaydanlığını. Tüm bunlar Bade’yi acayip eğlendiriyordu. Köye geleli neredeyse bir ay olmuş, cicim günleri denilebilecek o ilk günleri de çoktan geride bırakmış olmasına rağmen şehirde olsa delireceği şeylerle burada acayip bir şekilde mutlu oluyor, eğleniyor hatta bunlar sayesinde yaşadığını, yaşamı, yaşamını hissediyordu.

Bade’yi beklemekten yorulmuş Karabaş’ın heyecanı her an depreşmek üzere bir süreliğine yatışmış, kafasını eşikteki terliklerin üzerine boylu boyunca uzatmıştı. Heyecanı fışkıramadan içinde donmuş bir çocuğun küskünlüğüyle Bade yemek tenceresiyle yanına gelene kadar hiç kıpırdamadı bile, sadece upuzun kirpiklerinin hafif aralık olduklarını gizlediği boncuk yeşili gözleriyle takip etmekle yetindi onun adımlarını. Yağmur hafiflemişse de güzelliğinden bir şey kaybetmemişti. Bu huzur dolu havadan derin bir nefes çekti içine Bade. Sonra, Karabaş’ı uzunca bekletmiş omanın üzüntüsüyle gözleriyle yemek tasını aradı etrafta. Biraz ilerdeki kütükten yapılma bankın yanında duruyordu. Karabaş’la komşu köpek Cesur’un yalancıktan çekişmelerinin ortasında kalmıştı yine anlaşılan. Bade dışarı çıkmak için terliklerini aradı bir süre ama onların muzır muzır kendisini takip etmekte olan kara kuçunun koca kafasının altında ısınmakta oldukları aklına gelmedi tabii. Karabaş da hiç çaktırmamıştı hani. Kendi kendine “Ne yapalım, oradaki tas alınacak” diyerek çıplak ayaklarıyla atlayıverdi çamurun içine. Önce hızlı hızlı attığı adımlar tası alıp dönerken iyice yavaşladı, yavaşladı -bastığı yerdeki yumuşaklığın tüm vücuduna yayıldığını hissetti- ve durdu. Kafasını sonunda dışarı çıkarmış, hala yakın takipte olan Karabaş ise bu durumu derin bir iniltiyle karşıladı. “Çamur işte, bildiğin çamur” diye geçirmiştir belki içinden kim bilir.

Bade’nin bildiği bir çamur değildi bu, aksine hiç bilmediği bir şeydi bu çamur. “Güzel ayakkabılarım kirlenir diye basmaya cesaret edemediğim şey bu mu?” diye geçti aklından hızlıca. Okşarcasına yağan yağmurun altında kendinden geçmiş, vücudundan ruhuna yayılan huzurun tadını her zerresinde hissediyordu. Farkında olmadan kollarını iki yana doğru açtı, yüzünü de yağmurun şefkatli dokunuşlarından payını alması için gökyüzüne çevirdi. Karabaş Bade’den ümidi iyice kesmişti artık ama yaptığı acayip davranışlara bir anlam verememiş olsa gerek eskisinden de dikkatli şekilde her hareketini izliyor, kendince değerlendiriyordu. Tam bu sırada Cesur, ağzında bir kemik usulca yaklaştı Karabaş’ın yanına ve oturdu. Bade kollarında hissettiği ağırlığın etkisiyle kendine gelip Karabaş’ı hatırladığında, bir elinde içi suyla dolmuş tas diğer elinde lapa olmuş yemek, kolları hala açık, her köşesi ıslak öylece duruyordu bahçenin ortasında. Gözlerini açtığında ilk gördüğü şeyse onun bu halini seyretmekte olan iki şaşkın köpek oldu. Henüz kendine gelmiş, sonunda uçmak istercesine açılan kollarını indirebilmişken Karabaş’ın mide gurultusunun sesine daha fazla dayanamayan Cesur’un ağzında getirdiği kemiği “Abi sen bunu ye istersen.” dercesine Karabaş’ın önüne koymasıyla bir anda sabahtan beri içinde tuttuğu kahkahalarına hakim olamadı. Ellerinde tuttuğu tencereler bir anda hafiflemişti sanki, tüm bedeni gibi. Kollarını bu sefer tam da öyle yapmak istediği için iki yana açtı ve hala yağan yaz yağmurunun çıkardığı tıkırtılara, şıpırtılara kahkahalarını katarak dönmeye başladı.
Karabaş, yaz yağmurunun altında bir güzel yedi kemiğini...

Nisan 2009

Hiç yorum yok: