9 Şubat 2011 Çarşamba

Kar

İbrahim Efendi’nin “Boza” diye bağıran kapkalın tanıdık sesi kulaklarına eriştiğinde yatağına yatmak üzereydi Alim. Son zamanlarda hemen her gün duyduğu pala bıyıklı şişman bozacının davetkar sesi, merakını giderek daha fazla kamçılar olmuştu: Neydi ki bu boza acaba? Kış ortası, bu soğukta, adamı don gömlek sokağa çıkardığına göre sıcak bir şey olsa gerekti. Karşı apartmandaki komşuları her gece mutlaka, elinde koca bir şişe sanki az önce yataktan kalmış gibi, boza almak için fırlıyordu dışarı. Bir yandan bunları düşünürken bir yandan da soğuktan hissizleşmeye başlayan küçük ellerini birbirine sürterek ısıtmaya çalıştı. İşe yaramayınca karnına kadar çektiği dizlerinin arasına sıkıştırdı ve öylece düşlere daldı. Sık sık yapardı bunu Alim; uyumadan önce uzun bir süre gözlerini kapatıp kendini hayallerine teslim ederdi. Nefes buharlarının havada beyaz bir duman halinde kıvrılıp insana sürekli hayatta olduğunu hatırlattığı buz gibi ahşap odada, ısınmak için bulduğu yegane çözüm buydu Alim’in.
İşte şimdi kapalı göz kapaklarının ardında fıldır fıldır oynayan göz bebekleri yeni bir hayal trenine binmek üzere olduğunun işaretiydi. Önce bir ses duydu; daha önce hiç duymadığı kadar tatlı, sıcacık bir ses, bir mırıltı.  Kendini gördü odanın içinde; yatağında doğrulmuş sesin nereden geldiğini anlamaya çalışıyordu şaşkın şaşkın. Ardından bir ışık gördü; tavanın sokağa bakan tarafındaki delikten sızıyordu içeri usul usul. Meraklı bakışlarını delik üzerinde kilitledi; yavaş yavaş yoğunlaşan ışığı gözleriyle içeri çekmek ister gibiydi. Ve istediği de oldu: Önce, iyice yükselen mırıltı doldurdu odayı. Sonra delikten bembeyaz yoğun bir sıvı akmaya başladı yavaş yavaş ve giderek hızlandı. Aktıkça oda da aydınlanıyordu sanki. Mis gibi bir koku da yayılmıştı şimdi odanın içine. Çok bildik bir kokuydu bu. Neyin kokusu olduğunu bir türlü çıkartamıyordu ama kesin olarak farkındaydı; sıcak kokuyordu. Bozaydı bu. Evet evet, mutlaka boza bu olmalıydı. Hep hayal ettiği gibi sıcacık.
Küçük oda giderek ısınıyordu; boza odanın içini doldurmaya devam ediyordu; şimdiden yatağının seviyesine gelmişti bile. Alim’in gözleri hala delikteydi. Boza, çok hızlı akmaktaydı artık. Küçük deliğin çevresindeki tahtaların kıpırdadığını gördü. İçinden ‘tahtalar kırılacak galiba’ diye geçirmesiyle bozanın odanın yan duvarını yıkarak bir sel gibi içeri dolması bir oldu. Alim, kahkahalar atarak ayağa kaltı yatağında. Hiç bu kadar güzel bir şey görmemişti ömründe. Bembeyaz sıvı, köpük köpük, dalga dalga içeri dolarken yaydığı ışık haleleri, çiçek çiçek odada dans ediyordu sanki. İçerisi sıcacıktı; artık hiçbir yeri üşümüyordu.
Derken buz gibi bir şeyin sol yanağında gezindiğini hissetti. Soğuk, kısa bir süre içinde tüm büyüyü bozmuştu. Alim yavaşça gözlerini aralarken odayı dolduran boza inanılmaz bir hızla geldiği delikten geri çıktı; duvar da tekrar eski haline gelmişti üstelik. Gözlerini açtığında ilk gördüğü şey, karşı tavandaki delikten içeri efil efil yağan kar oldu. Galiba hissettiği soğukluğun nedeni de yanağındaki birkaç kar tanesinin keskin dokunuşuydu. Ama hala üşümüyordu; şaşırdı. Hatta tüm vücudu sıcacıktı. O güzel koku ve tatlı mırıltı da devam ediyordu. Kafasını hafifçe yana çevirdiğinde suratına kocaman bir gülümseme yayıldı. Annesi, çelimsiz cüssesinin elverdiği ölçüde, sadece bedeniyle değil tüm benliğiyle sarmıştı küçük oğlunun bedenini. Nefes aldıkça yorgun yorgun inip kalkan göğsünü hissetti sırtında; “O kokuyu bir yerden hatırladığımı biliyordum” diye düşündü mutlulukla. Tekrar kapattı gözlerini. Bozacı İbrahim Efendi çoktan uzaklaşmıştı mahalleden. Kim bilir hangi çocukların hayallerine doğru adım atıyordu sıcak sıcak...



Hiç yorum yok: