12 Şubat 2011 Cumartesi

Ölümün Sessiz Elçileri

Kaç zaman önceydi emin değilim ama boyumun henüz amcaların ve teyzelerin bel hizzasından ötede olmadığı yıllardan birinde ilk kez işitmiştim o kelimeyi. Tanımadığım bir tanıdığımızın Eyüp mezarlığındaki cenazesinde sanki fısıltıyla söylenmişti de tam uçacakken yakalayıvermiştim: “Bula bula cellat yanını mı bulmuşlar zavallı adamı defnedecek?” Neden ki? Cellatla tanımadığım tanıdık amcamın arasında bir husumet mi var? Cellat çok mu kötü biriymiş? Küçük aklımla aileme yönelttiğim bu sorulara verilen cevaplarla nedense tatmin olmamıştım. Hemen ardından “Ama artık ölmüş, bir kötülük yapamaz ki! Neden hala çekiniyorsunuz?” soruma karşılık olarak aldığım sessizlik ise yıllarca kafamı kurcalayacaktı.
Hemen hiçbirimizin - bir yakını ya da mesleğiyle mündemiç o malum eylemi gerçekleştirmesi dolayısıyla canı yanmış bir düşmanı değilsek- hayatında belki hiçbir zaman düşünmediği insanlardır cellatlar. Ölüm cezasının var olduğu ülkelerde, resmi olarak bu cezayı infaz etmekle görevli bu insanları olumlamak değil amacım sadece varlıklarını görünür kılmak. Bir ülke kötülerin üstünü örtüp onları göz ardı ederek değil, iyi ya da kötü geçmişiyle yüzleşerek medeniyet sürecinde yükselecektir. Bu bağlamda toplum olarak cellatlık kurmuyla ve cellatların tarihiyle barışmamız gerektiğini düşünüyorum. 

M.Ö. 18.yy’da Bile Var Olan Ceza

Cellatları var eden idam cezası uygulamasının ilk örneğine, M.Ö. 18. yy’da Babil kralı Hammurabi’nin 25 farklı suç için idam cezası öngören yasalarında rastlarız. İdam cezası, M.Ö. 14. yy Hitit yasalarının, tüm suçlara idam cezası uygulayan M.Ö. 7. yy Atina yasalarının ve M.Ö. 5. yy oniki tablet Roma yasalarının da bir parçası olmuş. Uygulamalar ise genellikle çarmıha germe, boğma, ölene kadar kırbaçlama/dövme, diri diri yakma ve kazığa geçirme şeklinde ortaya çıkmış.
Romalılarda idam cezaları ilk zamanlar halktan kişiler tarafından yerine getirilirken sonradan bu görev için özel kişiler vazifelendirilmiş. İslam dünyasında ise Hz. Muhammed zamanında verilen idam cezalarının, aralarında Hz. Ali’nin de bulunduğu pek çok sahabe tarafından uygulandığı bilinmektedir.
Osmanlı tarihindeki cellatlık mesleğini ve bu mesleğin icracılarını tanımaya doğru bir yolcuğuğa çıkarken öncelikle cellat kelimesinin nereden geldiğine ardından cellatlık kurumunun Osmanlı’da nasıl uygulandığına bakmak yerinde olacaktır: Cellât, arapça "Kırbaçla Vurmak" anlamına gelen "Celd" kökünden türemiştir. Kullanılageldiği haliyle ölüm cezalarının infazını gerçekleştiren kişinin unvanıdır. Cellatlar ölüm cezasının uygulandığı ülkelerde, ilgili cezai kurumun personeli olarak görev yaparlar.
Tarih boyunca bazı meslek erbapları işlerinin saygınlığı ile ön plana çıkarken, bazıları da hakir görülmüş, hem sağlıklarında hem de öldükten sonra toplum hayatından dışlanmışlardır. 15. yüzyıldan itibaren Osmanlı Devleti’nde padişahın ve diğer yüksek rütbeli kişilerin verdiği idam cezasını yerine getiren cellatlar da bu ikinci meslek camiasına dahildir. Cellatlar önceleri, Türkler bu görevin uğursuzluğuna inandıkları için,  genellikle Hırvat ya da çingeneler (kıptiler) arasından seçilmiş. Padişah halife unvanı ile birlikte Allah’ın gölgesi olarak olarak görülüp onun buyruğuyla birini öldürmek şerefli bir görev haline gelince Türkler de bu görevi üstlenmeye başlamışlar. Yükseliş Dönemi’ne gelindiğinde, sarayın ve saray çevresinin asayişinden sorumlu Bostancı Ocağı’nın bünyesinde bir de “Cellat Ocağı” kurulmuş ve “Cellatbaşı”, Bostancı Ocağı’nın lideri konumundaki Bostancıbaşına bağlanmış. Ocağa giren cellat adayları, ilk zamanlar usta bir celladın yanında “yamak” olarak görev alıp ardından da cellatlığa geçerlermiş. Burada cellatlık için seçilen kişilerin cellat olduklarında dillerinin kesildiğini de belirtmeliyim. Bu uygulama büyük olasılıkla infaz sürecinde cellatların şahit oldukları önemli bilgileri başkalarına aktaramalarını önlemek üzere geliştirilmiş.
Yaşadıkları sürece hem korkulan hem de tiksinilen insanlar konumundaki cellatlar, öldükten sonra da diğer insanlardan ayrı tutulmuş ve Pier Loti yakınlarında bulunan Karyağdı Bayırı’ndaki cellat mezarlığına gömülmüşler. İdama karar veren hakim, her dönemde ve her yerde kutsal kabul edilirken bu kararı yerine getiren insanlar niye hor görülmüş ve toplum dışına itilmiştir? Anlaşılan bu konuda kafa yoran kimse pek olmamış. Halk arasında kabul gören cellatlığa ilişkin bu olumsuz kanaat dolayısıyla cellatların hayatları genellikle trajedilere sahne olmuş. Cellatların çoğu devlet tarafından önerilen bu işi yoksul oldukları için kabul etmişler fakat bu görevi kabul ettikten sonra hayatları eskisinden daha beter hale gelmiş; yaptıkları iş nedeniyle toplumdan soyutlanmışlar, yalnız kalmışlar. Bir de işlerinin vicdan azabı kısmı olmuş tabii. Bazı kaynaklarda cellatlık yapmış insanların hayatlarının kalan kısmında yoğun vicdan azabı çektiklerine yer verilmiştir .*

Makama Göre İdam

Osmanlı Devletinde idam cezalarının tatbik edilmesinde bir hiyerarşi söz konusu. ‘Ölümlerden ölüm beğenmek' deyimini hatırlatacak biçimde infaz şekilleri, kişinin konumuna, rütbesine ve işlediği suça göre değişirmiş. Herşeyden önce görev alanı daha çok üst düzey devlet görevlileri olan cellatbaşı, sıradan idamların infazı ile ilgilenmez, bu işi diğer cellatlara bırakırmış. Bu tür idamlarda Bostancıbaşı ya da çavuş denilen yüksek rütbeli memurlar da hazır bulunur ve idam emrini ilgili kişiye okuyarak teselli edici sözler söylerlermiş.
Osmanlı sultanları, şehzadeleri ve hanedan mensupları kural olarak kanları dökülmeden, yay kirişi, ip veya kementle boğularak öldürülürlermiş. Bu öldürme şekli Türklerin Müslüman olmadan önceki dinleri olan Şamaniz’den gelmekte. Topkapı Sarayı’nda ‘Orta Kapı’ denilen ve bugün müzenin turnikelerinin bulunduğu Babüsselâm aynı zamanda saray hapishanesiymiş o zamanlar. Suiistimali tespit edilen devlet görevlileri, kapının iki yanındaki odalarda hapsedilip akıbetlerini beklerken soğuk ecel terleri dökmüşler burada. Böyle bir durumda iki ihtimal vardır: İdam ya da sürgün. ‘Kapı arası’nda bekleyenler aff-ı şâhâneye mazhar olmuşsa, sahile indirilir, Balıkhane kapısından sandala bindirilip, sürgün gideceği yere doğru yola çıkar. Karar idam ise abdest alıp iki rekat namaz kılar, başını celladın kemendine uzatır. Siyasi mahkumlar genelde kementle boğulur, başı vurulduğu nadiren olurmuş. İstanbul dışında, imparatorluğun uzak vilayetlerinde idam edilen devlet adamlarının öldürüldüklerini ispat etmek için, kesilen başları balla dolu meşin bir kırbaya (torba) konur,  İstanbul’a getirilerek gümüş bir tepsinin içinde padişaha sunulur, beden ise öldürüldüğü yere gömülürmüş. Bu nedenle, başı başka yerde, bedeni başka yerde gömülü iki mezarı olan devlet adamları, sadrazamlar çoktur. Bunlardan en meşhuru Viyana kuşatmasındaki başarısızlığı ile başı kesilen ve bir bal torbası içinde İstanbul’daki sultana gönderilen ve sonrada denize atılan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’dır. Fotoğrafın henüz olmadığı bir dönemde, resmin günah sayıldığı İslam dünyasında hüküm verdikleri kişinin mi yoksa onun yerine başkasının mı öldürüldüğünden emin olamayan padişahlar için, şahsı tanıyan birini yanlarına alarak getirilen kellenin teşhisini yaptırmaktan başka çare pek yoktu sanırım.
Sıradan insanlar idama mahkum edilmişlerse genelde halka ibret olması amacıyla suçu işledikleri yerde ya da Fatih’te, Yavuz Sultan Selim camisinin alt tarafında Haliç’e yakın bir bölgede suçuna göre ya asılarak ya da kelleleri kesilerek idam edilirlermiş. Bu kesilen başların bazen de Topkapı Sarayı’nın ilk giriş kapısına asılırarak halka gösterilirdiği de söyleniyor. Öldürülen kişinin cesedi ve üzerindeki kıymetli eşya, para ve giyecekleri cellatın malı sayıldığından infaz edilecekler son nefeslerini vermeden önce cellatın almaması için üzerlerindeki eşyaları genellikle o an orada bulunan herhangi bir kişiye verirlermiş. Ölüyü gömme görevi de kendilerine ait olan cellatların isterlerse, cesedi rutbe ve konumuna göre değişen meblağlar karşılığı ölünün sahiplerine sattığı da o dönemdeki alışılmadık uygulamalar arasında yer almış.

Çeşmelerin En Kanlısı: Cellat Çeşmesi

Osmanlı’da cellatların kullandığı ve günümüze kalan nadir yapıtlardan biri Topkapı Sarayı’ndaki Bâbüsselâm’ın karşısında, bugünkü turnikelerin yanında yer alan, Cellat Çeşmesi ya da Siyaset Çeşmesi denen çeşmedir. O dönemde cellatlar da bu çeşmenin hemen arkasında yer alan koğuşlarında ikamet ederlermiş. Çeşmenin önündeki meydanın adı Siyaset Meydanı, tarih kitaplarında çeşmenin yanı başında olduğu söylenen bir iki karış yüksekliğindeki taşın adı ise Seng-i İbret / İbret Taşı’dır. Gerçi ben bu taşı göremedim. Topkapı Sarayında 8 yıldır çalışan tarih uzmanı kendisinin de bu taşı görmediğini belirtti. Sanırım o günlerden günümüze geçen yüzlerce senenin ya da üzerine konulan binlerce başın ağırlığına dayanamayıp ortadan kaybolsa gerek. Sultan tarafında suçlu ilan edilenlerin kellesi Cellat Çeşmesinin önündeki bir kütükte kesilirmiş. Cellatlar işleri bitince ellerini ve aletlerini bu çeşmede yıkayarak kesilen başı/başları, ibret-i âlem için ‘ibret taşı’na yerleştirirlermiş. Maktul paşa hazretlerinin başı ibret taşında iken, görevi teslim almak üzere gelen makamın yeni sahibi, saraya selefinin başını seyrederek girermiş böylece. Cellat çeşmesi, bugün bulunduğu yere yapıldıktan bir süre sonra taşınmıştır. Çeşme bugün de ayakta fakat lülesi koparılmış olup oldukça harap bir halde. İnsanın bu viran çeşmenin bir dönem nice kanlı sahnelerin biricik şahidi olduğuna inanası gelmiyor.

İnfazın Karanlık Adresi: Yedikule Zindanları

Osmanlı döneminde cellatlar tarafından kullanılmış olup günümüze ulaşan bir diğer yapı adından da anlaşıldığı gibi yedi kuleden oluşan Yedikule Zindanları’dır.

Osmanlı’da idamın genel olarak uygulandığı yer olan Yedikule zindanları, bir zamanlar çıkışı imkansız denilen bir hapishaneymiş. Bu zindanlarda suçlular genelde kızgın millerle, keskin baltalarla ya da darağacında idam edilirlermiş. Nice yangınlar ve depremler görmesine rağmen hala ayakta olan ve bir dönemin karanlık köşelerine ışık tutan zindanlar, şu an ne yazık ki ilgisizlikten oldukça kötü durumda.
Osmanlı döneminde Yedikule’de  idam bekleyen siyasi suçlular için ‘siyaset odası’ adında bir bölüm varmış. İdam edilen mahkumları bu bölümde bulunan tahta iskelelerden idam edilecek olan mahkumlar sıranın ne zaman kendilerine geleceği sorusunun ezici ağırlığı altında izlerlermiş.
Zindanın başka bir bölümünde mahkumların kesilen kafalarının atıldığı ‘Kanlı Kuyu’ yer alıyor. Kuyuyu şu an ziyaret edilebilseniz de haraplığından gördüğünüz şeyin kuyu olduğunu anlamakta biraz zorlanabilirsiniz. Yedikule Zindanlarının Osmanlı tarihi için belki de en önemli bölümü Genç Osman Kulesi. Genç Osman yeniçerileri kaldırmayı planladığını, karısına anlattığında sonunda idama gideceği bir sürecin başladığını elbette ki bilemezdi. Kuledeki 9 m2’lik hiç penceresi olmayan odaya kapatıldığında henüz 18 yaşında olan padişah, türlü işkencelere de maruz kalmış. Söylenilen o ki, idam zamanı geldiğinde u
zunca bir süre bu odada bekletilen Genç Osman’ın üstüne, 10 cellat birden atılmış ancak güçlülüğüyle nam salmış olan Genç Osman’ı yere yıkamamış. Fakat bir balta ile omuzu kırılan Genç Osman, uzunca bir boğuşmadan sonra kement ile boğularak öldürülmüş. Genç Osman’ın burnu ve kulakları kesilerek, bir rivayete göre hemen yandaki odada üvey oğlunun öldürülme sürecine kulaklarıyla şahit olan, Kösem Sultan’a götürülmüş. 9 m2’lik, bugün içeride ışık yanıyor olmasına rağmen karanlık ve benim gibi zemin tahtalarındaki izlerin Genç Osman’ın kurumuş kanının izleri olduğunu hayal etmeseniz bile hayli ürkütücü olan hücreye bakarken, 20 Mayıs 1622 gecesi burada gerçekten neler yaşandığını düşünüp ürpermemeniz mümkün değil.

Ayrı Olur Cellatların Mezarı

Devlet adına da olsa tüylerimizi diken diken edecek pek çok infazı gerçekleştiren cellatlar ölünceye kadar saltanatın yanı başında yer alsalar da öldükleri zaman o dönemki İstanbul’un en uzak ve soğuk köşesine Eyüp Mezarlığı’ndaki Karyağdı Bayırı’na gömülmüşler. Tüm Osmanlı mezarlıklarında olduğu gibi Eyüp mezarlığındaki mezar taşlarından da ölen kişinin künyesi ve her biri birer sanat eseri olan mezar taşının üzerindeki işaretlerden mevtanın mesleği hakkında bilgiler edinebilir, künyesini öğrenebilirsiniz. Sözgelimi Mevlevi külahı ölünün Mevleviliğine, savaş topu işlemesi Topçu Ocağına mensubiyetine ya da açık bir kitap ilimle uğraştığına işarettir. Fakat bu sessiz tepedeki cellat mezar taşları son derece kaba ve dayanıklı, yontulmamış küfeki taşından ibarettir ve üzerlerinde cellatların mesleklerine ya da yaşamlarına dair en ufak bilgi bulamazsınız. Bu tutum büyük olasılıkla, öldürülen kişinin geride kalan yakınlarının, cellatın mezarını tahrip, eş ve çocuklarına kötülük etme veya başkaca bir hatalı tutum ve davranışta bulunma olasılığına karşı alınan bir önlem. Böylece en azından, cellat baba seçmeme şansı olmayan çocukların kimler oldukları, varsa annesi, babası, akrabaları bilinmeyecek, cellat yakınları diye dışlanmayacaktır.
Pier Loti’ye geldiğinizde durmayıp yolunuza devam ederseniz Karyağdı Baba tekkesine ve türbesine ulaşırsınız. Bu türbenin yaklaşık 100 metre ilerisi ise sizi Osmanlı tarihinin bu en ilginç mezarlık alanına götürür. Cellat mezar taşlarına Eyüp mezarlığının farklı bölgelerinde rastlansa da esas “Cellat Mezarlığı” burasıdır. Osmanlı İstanbul'unun tüm seslerin bittiği en uç noktasına kurulmuş Cellat mezarlığı ve böylece toplum tarafından dışlanan bu uğursuz mesleğin mensuplarının ebedi uykularını uyuyacakları mekan diğer fanilerin mezarları ile karıştırılmamış.
Mezarlığın büyük bölümü bugün yapılan evlerin altında kalmış. Hatta bazı mezar taşlarının evlerin bahçe duvarlarında kullanıldığını ya da toprağın dışarıda kalan kısımlarının kırılarak mahalle arasındaki parkın içinde, çocukların top sahasında, iki seksen ölümü beklediklerini görmeniz mümkün. 15 sene önce mahalleye yerleşen Hasan Amca, buradaki evler yapılırken mezarlığın toprakla doldurulduğunu ve bugün görünen 30 – 40 cm’lik mezar taşlarının asıl gövdelerinin toprağın altında kaldığını söylüyor. Reşat Ekrem Koçu’nun, İstanbul Ansiklopedisinde mezar taşlarının boyunu 1.70 - 1.90 cm. arası olarak vermesi de Hasan Amca’nın verdiği bu bilgiyi doğrular nitelikte.
Öldürülmesine devletin karar verdiği şahısların infazını gerçekleştirmek durumunda olan cellatların naaşlarının normal mezarlıklara alınmamasında, iyilerle kötüleri aynı kefeye koymama felsefesi yattığı açık. Halkın bu insanların ölülerini dahi aralarına almayarak kötüleri kendince cezalandırmış olduğu anlaşılıyor. 


Yardımlaşma Ruhunun Simgeleri Cellat Mezarlıklarında
Toplum cellatları kötü olarak adledip cezalandırsa da yardımlaşma ruhu çok güçlü olan atalarımız, cellat yakınlarını da düşünmüş ve onlara yardım etmeyi de ihmal etmemişler. İnce düşüncenin güzel bir uygulaması olarak yardımlaşmayı, yardım alanın eziklik hissetmemesi için belirli yerlerde sadaka taşları dikerek yapmışlardır. Görülen lüzum ve ihtiyaca göre farklı mekanlarda genelde gözden ve kalabalıktan uzak tenha yerlere konulan bu taşlar, cami avlularında türbelerin köşelerine ya da mezarlıklara koyulurmuş. Bu taşlara gece bırakılan yardımlar genelde madeni paralar, giyim eşyası ve yiyecek şeklinde olur ve ihtiyacı olanlar tarafından sabaha karşı alınırmış. Cellatlar öldükten sonra geride kalan eş ve çocuklarının cellat yakınları olmaları nedeniyle toplum tarafından dışlanacakları ve sıkıntıya düşecekleri varsayılarak cellat mezarlıklarına da bu sadaka taşlarından dikilmiş. Mezarlar arasında bu taşlardan bir ikisine rastlasak da çoğunun, mezartaşlarının geri kalanıyla birlikte toprağın altında olduğu anlaşılıyor.

Cellat Mezarlığının Celladı Olmayalım

Genellikle pek bilinmese de mezarlık kültürü konusunda batıya örnek olmuş bir toplumuz. 18. yüzyılda Avrupa’da ölüler hala şehir içindeki kilise bahçelerine gömülmekteyken Türk mezarlıkları şehrin dışındaki (bir zamanlar şehrin dışında kalan Taksim, Karacaahmet gibi) belli merkezlerde yoğunlaşmış. Avrupalı pek çok seyyah, memleketlerine dönüşlerinde ilgililere, kendi ülkelerinde sağlık açısından son derece mahsurlu olan bu uygulama yerine İstanbul’daki uygulamayı salık vermişler. O dönem Avrupalıların imrendiği bir diğer özelliğimiz de mezarlıklarımızı bir hiçlik mekanı olarak görmeyip içinde hala hayatın süregittiği mekanlar haline getirmemiz olmuş. Pek çok seyyah eserlerinde Türk mezarlarında oynayan çocuklardan, kahve yudumlayarak sohbet eden mahalleliden imrenerek bahsetmiş. Ne yazık ki bu seyyahların anlatıkları günümüz Türk toplumunun atalarını değil de bu diyarlardan çoktan gitmiş, bir başka toplumun atalarını betimliyor sanki; onlar mezarlıkları ile ne kadar barışıksa biz de o kadar kavgalıyız.
Sırtımızı çevirdiğimiz mezarlıklarla ve de temsil ettiği geçmişimizle barışmamız uzunca bir süre alabilir fakat bugün yok olmak üzere olan Cellat mezarlığının çok vakti kalmadığı aşikar. Bu mezarlık tamamen ortadan kalkarsa Osmanlı siyasal tarihinin değerli kanıtlarından biri yok olacak. Bu mirasa sahip çıkamayan bizler de cellat mezarlığının celladı olarak geçeceğiz belki tarihe.

*Ölümün Soğuk Eli - Muhammed Pamuk

Hiç yorum yok: