20 Ocak 2011 Perşembe

Alternatif Toplum’a Beş Kala!


İçinde bulunduğumuz dönemde insanlar artık bazı şeylerin ters gittiğini fark etmeye başladı. Nasıl fark edilmez ki? Çanlar artık susmamacasına çalıyor. Tehlike bağıra bağıra geliyorum diyor. Ve bunları görüp duymak için okumuş olmanız, dil bilmeniz ya da herhangi bir özel beceriye sahip olmanız gerekmiyor çünkü tehlike artık hayatımızın göbeğinde suyumuzda, havamızda ve toprağımızda.

Uzunca bir süredir batı toplumlarında teknolojiye karşı başlamış olan güvensizlik giderek diğer toplumlara da yayılıyor.  Teknoloji artık herşeye kadir bir Tanrı olarak görülmüyor. Bir eliyle verdiğinin çok daha fazlasını diğer eliyle alan teknolojinin yarattığı fayda yine onun yarattığı zararı dengeleyemez durumda artık.

Her yaşam biçimi yaşadığı ortamda bir takım değişiklere yol açar. Doğada bunun pek çok örneğini bulmamız mümkün. En olumlu örneklerden biri olarak mercan poliplerini ele alabiliriz. Mercanlar bir yandan kendi yaşamlarını devam ettirirken bir yandan da binlerce başka türden bitki ve hayvanın yaşamasına elverişli eşsiz bir ortam yaratırlar. En olumsuz örnek için ise pek uzaklara gitmeye gerek yok. İnsan denen varlık yaşadığı çevreye kesinlikle en yıkıcı zararları vermiş ve de ne yazık ki vermeye devam ediyor. Clive Ponting’in genellikle hüzünün tarihi olan Dünya’nın Yeşil Tarihi adlı kitabı, Paskalya adasının tarihi ile başlıyor. Okudukça sizlere de çok tanıdık geleceğini zannettiğim adanın ibret verici hikayesini kısaca özetlemek istiyorum:
“Paskalya adası, dünyanın en ücra bölgelerinden biridir. Sadece 390 km2 bir alanı kaplayan bu pasifik adası (Türkiye’nin yüz ölçümünün 780.580 km2 olduğunu hatırlayalım), en yakın yaşanabilir adaya 2300 km uzaklıktadır. Hollandalılar adayı 1722 yılında ilk batılılar olarak ziyaret ettiklerinde, kulübelerde ve mağaralarda yaşayan, sürekli savaş halinde olan ve adadaki besin kaynaklarının yetersizliğinden umutsuzca yamyamlığa yönelen 3000 kişilik ilkel bir toplum buldular. Avrupalı ziyaretçileri en çok şaşırtan ve ilgilendiren olay ise, bütün bu sefalet ve barbarlığın arasında, bir dönemin gösterişli ve gelişmiş bir toplumuna ait, adanın çeşitli yerlerinde yükseklikleri altı metreyi aşan 600’den fazla yekpare anıt olmasıydı. Toplumsal açıdan gelişmiş ve teknolojik açıdan karmaşık bir iş olan heykellerin yontulması, taş ocaklarından başka yerlere taşınması ve dikilmesinin bu ilkel toplum tarafından gerçekleştirilmiş olması olanaksız görünüyordu.

Paskalya adasının geçmişi, kayıp uygarlıklarla ya da gizemli bilgilerle dolu bir tarih değildir. Bu tarih insan topluluklarının çevreye olan bağımlılığını ve bu çevrenin düzeltilemeyecek biçimde bozmanın sonuçlarını gösteren çarpıcı bir örnektir. MS 5. yy’da adaya batıdan 20 ya da 30 Polinezyalı göçmen geldi. Adanın çok zengin olmayan bir bitki örtüsü vardı ve hiç memeli hayvan yoktu. Evcil hayvanları tavuk ve Polinezya faresinden ibaretti; temel ekinleri tatlı patatesti. Yeterli derecede besleyici olmasına karşın tek düze seyreden bir beslenme biçiminin tek yararı patates ekiminin zor olmaması nedeniyle başka etkinliklere ayıracak zamanlarının kalmasıydı.

Temel toplumsal birimler geniş ailelerden oluşan, aralarında her konuda rekabet olan klanlardı ve her klanın kendine ait tören alanları vardı. Buralarda ahu denilen dev heykellerin dikildiği, atalara tapınma platformları vardı. Bu heykeller bir taş ocağında yapılıyordu ve daha sonra adanın değişik yerlerindeki tören alanlarına yük hayvanları olmadığı için ağaç gövdelerini kızak olarak kullanıp insan gücüyle götürülmek zorundaydı. 1550 yılında ada nüfusu 7000 kişi ile doruk noktasına ulaşmıştı. Zamanla klan sayıları arttıkça bu klanlar arası rekabette arttı. 16. yy’a gelindiğinde adada yüzlerce ahu 600’den fazla dev taş heykel vardı. Sonra bu uygarlık birdenbire yıkıldı ve geride yarım bırakılmış heykeller kaldı. Bu yıkımın nedeni, Paskalya adasındaki “gizemi” çözmenin anahtarı, bütün adanın ormansızlaşmasının getirdiği çevresel bozulmaydı: Göçmenler adaya ilk geldiğinde büyük ormanlar vardı. Nüfus arttıkça tarım alanı açmak, ısınma ve yemek pişirmek, ev aletleri, direkler ve sazdan ev yapımı için malzeme elde etmek ve balık avlayabilmek için tekne yapmak amacıyla ağaçlar kesilmeye başlandı. En çok da kızak yapımı için kesiliyordu.

1600 yılında ada tamamen çıplak kalmıştı. Heykel yapımı durdu. Ev yapılamadığı için mağaralarda yaşamaya başladılar. Artık tekne yapamadıkları için balık avlayamıyorlardı ve uzun yolculuklara çıkamıyorlardı. Erozyon topraklarını zayıflattığından yiyecek üretiminde ciddi bir sıkıntı yaşıyorlardı. 7000 kişiyi beslemek imkansız hale geldi ve nüfus hızla azalmaya başladı. Dünyanın bu ücra köşesinde kapana kısılan ada halkı azalan kaynaklar üzerindeki kaynaklar nedeniyle neredeyse sürekli savaş halindeydi. Kölelik arttı ve alınabilecek protein miktarı düştükçe yamyamlık yaygınlaştı. Savaşların temel amacı rakip klanın ahularını yıkmaktı. 1830’larda neredeyse bu dev heykellerin tamamı yıkıldı. Adaya gelen ziyaretçiler bu heykellerin nasıl taşındıklarını sorduklarında adanın ilkel sakinleri, atalarının neler yaptığını artık hatırlamıyordu. Yalnızca , bu dev figürlerin adanın öteki tarafından yürüyerek geldiğini söyleyebildiler. Dünyanın öteki bölgelerinden neredeyse tamamen kopmuş olduklarını bilen Paskalya halkı, varlıklarının bu küçük adadaki kaynaklarla sınırlı olduğunu anlamış olmalıydı. Taş ocağının yakınlarında tamamlanmış birçok heykel bulunması adada ne kadar ağaç kaldığının hiç düşünülmediğini, artan nüfusun ve ada halkının kültürel hırslarının, ellerindeki kaynaklardan çok daha güçlü olduğunu akla getirmektedir.”

Kitapta diğer konular da bu perspektiften ve daha da genişletilerek ele alınmakta. Dünyanın yağmalanmasının ve birçok bitki ve hayvan türünün yok edilmesinin Avrupa yayılmacılığıyla başladığını biliyoruz. Ama en korkunç etkiler aynı dönemde Kuzey Amerika kıtasında görülmüştür. Avrupalılar, balina, fok ve birçok deniz canlısını özellikle ondokuzuncu yüzyılda kitleler halinde yok etmiştir. Yayılma ve sömürgeleştirme sürecinde ne gibi sorunlara yol açabilecekleri araştırılmaksızın bazı bitki ve hayvanların başka kıtalara taşınmasıyla birçok ekolojik felaket de yaşanmıştır.
Tüm bu anlatılanlardan da gördüğümüz gibi asıl sorunumuzu oluşturan insanın çevresine zarar veriyor olması değil. Her canlı çeşitli düzeylerde yaşadığı çevreyi olumsuz etkilerken insan, çevresini doğanın kendisini yenilemesine fırsat vermeyecek kadar hızlı bir şekilde tahrip ediyor.

Lynn White Jr’ın “Ekolojik Krizimizin Tarihsel Kökleri” adlı makalesinde de belirttiği gibi “İnsanların ekolojileri hakkında ne yaptıkları, etraflarında bulunanlarla ilişkili olarak kendi haklarında ne düşündüklerine bağlıdır. İnsan ekolojisi derinden derine tabiatımız ve kaderimiz hakkındaki inançlarımızla şekillenir.” İnsanın teknik becerilerindeki gelişmeler şimdiye kadar yoksulluğa, açlığa ve savaşlara çözümler bulmak konusunda ciddi bir başarısızlığa uğradı. Daha yaşanılır bir dünya yaratmak şiarıyla başlayan teknoloji çağı amaçlarından uzaklaşmış görünüyor. Teknolojinin bir araç olmaktan çıkarak başlı başına bir amaç haline dönmüş olduğu günümüzde insanlar artık alternatif bir teknolojinin üretilmesinin gerekliliği konusunda fikir birliğine varmış görünüyorlar. Fakat bir konu göz ardı ediliyor o da alternatif bir teknolojinin üretilmesi, kullanımı ve toplumsal hayata kök salabilmesi için öncelikle alternatif bir topluma ihtiyaç olduğu.

Teknoloji tarihçisi Jacob Schmookler’in teknolojik yenilenme süreci üzerine yıllar süren araştırmalarının başlıca sonuçlarından birisi de “yeni sınai teknolojilerin çoğunluğu, arandığı için bulunmuştur.” olmuştur.  Alternatif bir toplum oluşmadıkça yani bireyler yaşama bakış açılarını, tüketim tercihlerini, alışkanlıklarını değiştirmedikçe alternatif teknolojinin oluşması ve kökleşmesi mümkün değil. Alternatif toplumun oluşmasıyla artacak alternatif teknoloji talebi karar alma mercilerinin bu konudaki kayıtsızlığını da sanırım ortadan kaldıracaktır.

Hiç yorum yok: