20 Ocak 2011 Perşembe

İstanbul: Önü Deniz, Arkası Set

“Dur! Nereye gidiyorsun? Herşey düzelecek.”
“Lütfen gelme peşimden. Biraz yanlız kalıp olanları düşünmek istiyorum.”
Selim’in anlık duraksamasını fırsat bilen Feride arabasına biner.
Aceleyle arabayı çalıştırır. Tam yola çıkmak üzereyken yetişen Selim arabanın camından içeri uzanarak Feride’nin elini yakalar.
“Lütfen gitme! Dinle beni.”
“Üzgünüm, çok uzun süredir seni dinliyorum Selim. Kendimi dinleme zamanı şimdi.”
Bir kaç saniye cevaplar oradaymış gibi birbirlerinin gözlerine bakarlar. Elini Selim’in ellerinden kurtaran Feride yola çıkarken Selim oracıkta şaşkın bir vaziyette durur, arabanın ve Feride’nin gidişini izler.
KES!
Elini çok acele çektin. Tekrar edelim, biraz daha yavaş çek. Bir de birbirinize bakarken kaçırmayın gözlerinizi. Hadi bakalım. Hazır! 3, 2, 1 Kayıt!
Bu konuşmalar size garip geldiyse İstanbul’da gezerken biraz daha dikkatli kulak verin sokaklara. Belki hemen arka sokağınızda, belki de yanı başınızdaki eski binadalar onlar: Dizi setleri. Uzaktan baktığımız, seyrettiğimiz kişiler aslında bir o kadar içimizde bir o kadar yakınlar bize.

Şu anda yeni yayın dönemi dolayısıyla kaç dizi birden yayına giriyor açıkçası tam olarak bilemiyorum ama 100 civarında diye tahmin ediliyorum. Bir dizi setinde en az 45 kişilik bir teknik ekip ve ortalama 40 civarında oyuncu çalıştığını düşünürsek –figürasyon hariç- bu, 8500 kişinin bu sektörden ekmek kazandığı anlamına geliyor. Çalışan 8500 kişiden her birinin üçer kişilik bir ailesi olduğunu da göz önüne alırsak 25500 kişinin bu sektörden geçindiğini görüyoruz. Rakam size çok büyük geldiyse henüz bu rakamlara iş yapılan mekan sahipleri, kostüm, dekor, aksesuar hizmetlile-ri ve bunun gibi yan hizmet kadrolarını ilave etmediğimi belirteyim. Tüm bunları da dahil edince ortaya rahatlıkla beş - altı mahalle edecek sayıda, 30-35 bin kişi gibi, bir topluluk çıkıyor.

Dizi sayısındaki artış ve pek çok dizinin burada çekilmesi nedeniyle İstanbul’da yaşayanlar olarak bazı semtlerde yürürken birden fazla dizi çekimine rastlamamız mümkün. Dizi tutkunları için gerçekten ilginç bir duygulanım yaşatıyor bu. Binbir Gece’nin çekim arabasının yanından geçerken Şehrazat ne yapacak bakalım diye kara kara düşüncelere dalmışken biraz ilerde Bıçak Sırtı’nın çekimlerini görüp Ali’ye mi üzülsek Orhan’a mı kafamız karışıyor. Bazen çok ilginç sahnelere de tanık olabiliyorsunuz. Bizim evin yakınlarında yangın sahnesi çekildiği bir gece bir kaç yaşlı kadının üzüntüden ağlamaya başladıklarını gördüm. Teyzeleri bunun gerçek bir yangın olmadığını söyleyerek teselli etmeye çalıştığımda ise işlerine burnumu soktuğum için bir güzel azarlandım. Ne de olsa onlar da biliyordu bunu ama bir hikayenin içinde yaşamayı tercih ediyorlarsa buna kimse karışmamalıydı elbette.

Türkiye’de dizi film denince “Bizimkiler”e kadar gerilere gitsek de aslında şu anki dizi furyasının başlangıcı üç dört sene önceye dayanıyor. Kalitesiz, sosyolojik olarak olumsuz mesajlar veren, toplumsal sorunları gözardı eden dizilerin artmasına sebep olması gibi pek çok açıdan dizi furyasını eleştirsem de bu furyanın sonunda, sinema sektörünün kaliteli ve yaratıcı insanlara kavuşacağı şüphe götürmeyen bir gerçek. Zaman içinde her şeyde olduğu gibi burada da gerçekten iyi olanlar kalacak, kötüler bir süre yaşadıkları sefahat devrinden sonra eleneceklerdir. Yine de bu süre içinde yapımcı ve yayıncıların dizi seçimlerini yaparken yanlış mesajlar vermemeye ve sosyal sorunlara duyarlı olmaya dikkat etmelerinin toplumsal açıdan çok önemli olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim.
Dizi seyreden çok ama her gün evlerin rahat koltuklarında seyredilen bu dizilerin nasıl yapıldıkları, hangi koşullarda gerçekleştirildikleri hakkında fikir sahibi olan pek yok aslında. Şimdi bir dizi filmin nasıl ortaya çıktığına, hangi koşullarda, hangi mekanlarda gerçekleştirildiğine ilişkin cevapları “Binbir Gece”nin yönetmeni Kudret Sabancı’dan alalım:

- Merhaba. Bir dizi filmin yapımı senaryo ve ekip hazır olduktan sonra nasıl bir süreç izliyor?
Kudret S. - Aslında ekip hazırlandığında biz de sete çıkmaya hazırız demektir. Çünkü ekibin oluşturulması sürecinde diğer hazırlıklar da yapılır, en azından biz böyle çalışıyoruz. Şubat ya da, mart ayında bir dahaki sezon ne çekeceğimiz belli olur. Mayıs’a kadar bunun üstünde tartışıp somutlaştırırız projeyi. Haziran’da o sezon çektiğimiz dizi biter. Ondan sonra diğer diziye full time verip hazırlığa başlıyoruz. Ekibin de aşağı yukarı %30, %40’lık kısmı işe başlamış olur bu arada. Mekanlar bulundukça buralar set haline getiriliyor. Biz de bu arada oyuncularla da anlaşıldıktan sonra çıkmış senaryolar üstünden –zaten her zaman dört bölüm ya da beş bölüm elimde oluyor benim, sete çıkmadan- oyun hazırlığımıza, provalarımıza başlarız. Binbir Gece’nin üç aya yakın sürdü ön hazırlığı. Tabii set yaklaştıkça ekip de genişleyerek son halini alır.

- Bir bölümün ortaya çıkması için ortalama kaç günlük ve günde kaç saatlik bir çalışma yapıyorsunuz? Günde on iki saati geçiyor diye biliyorum.
Kudret S.- Geçiyor. Hatta bazı dizilerde 19–20 saati bulabiliyor. Ama ben hiçbir zaman o kadar ağır çalışmıyorum. Benim çalışma saatlerim 12 ile 14 saati arasında oluyor. Biz de 19-20 saat çalışabiliriz gerekiyorsa ama kaç gün çalışabilirsiniz? Sonra ekip yorulur ve yorgun bir ekiple hata kapılarını da açarsınız. Ben buna izin vermemek için 4-5 hafta erken çıkıyorum sete, stok çekiyorum, sonra stokları eritiyorum. Binbir Gece’nin bir bölümü ortalama 8,5 günde çıkıyor aslında. İşte o 1,5 günlük fazlalıkları da önceki stoklarımızdan yiyerek gidiyoruz.

- Yeni sezonda oldukça yüksek sayıda dizi yayına giriyor. Bu dizilerin pek çoğu da bütçe sınırlamaları yüzünden İstanbul’da çekiliyor. Bu koşullarda aynı mekanlarda birden çok dizinin aynı anda çekim yapması gibi bir durum ortaya çıkmıyor mu? Kudret S.- Herkes herkesin nerede çalıştığını biliyor aslında. Bazıları diğer bir dizinin kulllandığı bir mekanı kullanabiliyor, ben kullanmıyorum. Daha önceden çok seyredilmiş çok bilinen mekanları da kullanmıyorum. Çünkü ben orada bir ilüzyon yaratmaya çalışıyorum. Seyirciye, ben size bir öykü anlatıyorum gelin buna inanın diyorum. Seyirci orada burası şu dizideki şu kişinin evi derse ilüzyon kendiliğinden kırılmış olur. Boşuna uğraşırız. Aynı şekilde oyuncular için de geçerli bu çok bilinen çok özdeşleşmiş oyuncularla da çalışmıyorum.

- Sürekli kullanılacak ana mekanlar belirlenirken nelere dikkat ediliyor?
Kudret S.- Bir kere o mekanda çok rahat çalışabilmemiz gerekli. Biz genellikle boş, kullanılmayan mekanları alıp, o mekanı kendi isteğimize göre dekore edip çalışmayı tercih ediyoruz. Bunun mümkün olamdığı zamanlarda mekan sahibiyle anlaşılıyor. Her zaman çevreye çok rahatsızlık vermeden, trafiğini kesmemeye çalışarak çekim yapmaya gayret ediyoruz. Mecbur kalırsak kesebiliyoruz trafiği. Bu noktada her iki tarafından da birbirine karşı anlayışlı olması gerekiyor. Sonuçta biz çalışıyoruz, yandaki adam da çalışıyor.

- Setler kurulurken herhangi bir sebeple semt tercihi gibi bir şey oluyor mu?
Kudret S.- Olmuyor. Şu anda benim Alemdağ’da, Tuzla’da, Nişantaşı’nda, Sarıyer’de, Altunizade’de, Laleli’de ve Çukurcuma’da setlerim var. İstanbul’un hemen hemen her yerine gidiyoruz.

- Dış çekim mekanlarında halkın size tepkisi nasıl oluyor?
Kudret S.- O, ekip olarak sizin çevreyle olan iletişiminize çok bağlı. Sonuçta oraya iş yapmak için gidiyoruz. Satın almış ya da mülkiyetini ele geçirmiş durumda değiliz. Yani ben orda işimi yapıyorum. Kameramı koyduğum yer, setimi kurduğum yer benim iş yerim. Ben nasıl insanlardan “Burası bu adamın iş yeri” deyip saygı göstermelerini bekliyorum, ben de aynı saygıyı onlara gösteriyorum.

- Bir sette çıkmasından korkacağınız en önemli sorun ne olabilir. Hani her şey olsun da aman bu olmasın diyeceğiniz bir şey var mı?
Kudret S.- Hiçbir şey insan sağlığından ya da insan hayatından daha önemli değil. Bazen, kaza sahneleri gibi, tehlikeli sahneler oluyor. En çok onlardan korkuyorum. Sonuçta dizi bir iş. Sahneyi o şekilde çekemeyebilirsiniz ama başka bir şekilde çekip anlatırsınız. Önemli olan bir şeyi anlatmak ve bunun birden fazla yolu var.

- Şu ana kadar en başarılı dizilerden birkaçına imzasını atmış ve halen son dönemlerin en çok izlenen dizilerinden birinin yönetmeni olarak, bir dizinin başarısını sağlayan en önemli şey nedir sizce?
Kudret S.- Önce şunu iyi belirlemek gerekiyor burda: Ne yapıyoruz? Dizi dediğimiz şey ne? Dizi dediğimiz şeyi olduğundan çok yukarıya bir yere koymamak gerekiyor ama olduğundan küçük de görmemek lazım. Sonuç olarak biz öykü anlatıyoruz. Bu öyküyü anlatırken de resim, müzik, mizansen, montaj, ışık kullanıyoruz. Sinema da bunları kullanıyor. Burada genellikle deneyimsiz yönetmenler ve deneyimsiz senaristlerin çok kolay düşülebilecekleri bir tuzak var: “Biz sinema filmi gibi yaptık” mantığı. Bu bir kalite göstergesi olarak algılanır ki bu çok yanlış. Bu bir dizi, sinema filmi değil. Bunun ayırdına varmak lazım. Bir kere izleyici kitleniz tamamen farklı. Burada en çok düşülen yanılsama bu. Televizyon izleyicisi başka bir şey ve başka bir şekilde izliyor. Sinemaya gitmek için program yapıyorsunuz; evden kalkıp arabayla, otobüsle ya da herhangi bir şekilde sinemaya geliyorsunuz, bir emek harcıyorsunuz. Sinema salonuna gelip bilet alıyorsunuz, sevdiğiniz içecekleri, atıştırmalıkları alıyorsunuz, ışıklar kapanıyor. Bir tören gibi. Çok şey var sizi hazırlayan burada. Işıklar karartılıyor, sessizlik oluyor, filmi izliyorsunuz ve ondan sonra çıkıp aynı şekilde yine emek vererek evinize dönüyorsunuz. Bu bir şey ve size maliyeti aşağı yukarı 30-40 YTL. Televizyon seyircisine bakalım. Televizyon izleyicisi 3-4 yaşındaki çocuklardan başlıyor, ev kadınları, bankacılar memurlar, çok zenginler, daha az zenginler, … çok geniş bir kitlesi var. Ve bu insanlar evlerinde ücretsiz izliyorlar diziyi. Yapmaları gereken tek şey kumandanın tuşuna basmak. Ve nasıl izliyorlar diziyi? Çocuğun altını değiştirirken, çay koyarken, tuvalete gittiğinde, kocasıyla kavga ederken, kapıcıdan birşeyler alırken, telefonla arkadaşıyla konuşurken filan bir yandan da sizi izliyorlar. Bu koşullar altında takip edilemez olduğunuzdaysa seyirci hemen başka bir programı izlemeye başlıyor. Bir boyutu bu; seyircinin profili.

Diğer taraftan da şöyle bir şey var: 12 eylül’den sonra insanlar evlerine kapandılar, sokak kültürü, mahalle kültürü yok oldu. Artık apartmanlarda kim alt katta kim üst katta, ne yaşıyorlar, ne oluyor, ne bitiyor, aç mı tok mu, kavga mı ediyor, durumu ne, kimse kimsenin farkında değil, haberi yok. Eskiden nasıldı mahalle kültürü varken? Herkes komşusunun evinde ne olur bilirdi. Onun kocası kumar oynuyor, bunun kızı bilmem kime aşık, işte o çocuk bilmem ne yapmış falan. Bir hikaye vardı ve takip ediyorlardı. Ertesi gün bu konuşuluyordu diğer kişiler arasında. Çay saatlerinde, kapı önlerinde ya da pazarda, pazardan dönerken filan hep konuşulurdu bunlar. Bu bir ihtiyaç. İşte dizi bu bir ihtiyacı karşılıyor. Yani biz onlara bir hikaye sunuyoruz; çok tanıdıkları insanlar bunlar. Seyircinizi tanıyorsanız ve doğru anlatırsanız eğer seyirci kolaylıkla anlatılan kişileri birinin kaynanasıyla, alt komşunun oğluyla, onun babasıyla ya da kendi tanıdığı herhangi biriyle özdeşleştiriyor ve direkt içine girebiliyor hikayenin. İçine girdiği zaman da ertesi gün konuşacak malzeme vermiş oluyorsunuz. Yoksa sanat filan değil dizi. Hiçbir ilgisi yok. Sadece sinemayla ortak, çok benzer, çok yakın malzemeyi kullanıyor dilinde ama şöyle söyleyeyim çinceyle portekizce gibi. İkisi de dil, ikisi de ses kullanıyor ama farklı iki dil. Sinemayla dizi de öyle. İşte o yüzden buna dikkat etmek gerekiyor diye düşünüyorum. Dizi bu. Daha yukarda ya da daha aşağıda bir şey değil.


http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=cts&haberno=7083

Hiç yorum yok: